22 Mayıs 2013 Çarşamba

Yazmaktan bunalıp çareyi bunu yazmakta buldum.


Yazmak zihni tüm kötülüklerinden arındırıp, hayatı düzene sokmaya yarayan bir kurtarıcı sanki,  yürümenin bedenin kurtarıcısı olduğu gibi. Yürümek derken İstanbul trafiğinden sıyrılıp tabana kuvvet bir yerlere yetişme çabasındaki yürümek değil ama bu, kulağında müziğin yetişme kaygısından uzak yaptığın o yürüyüş var ya hani vitamin etkisi yaratan, bedenini canlandıran, yazmakta zihninin canlanmasını sağlıyor işte.

Bilgisayarın ışığı altında sağında solunda tepeleme yığılmış makaleler ve kitaplarla teslim gününü şu kadar gün, bu kadar saat kaldı telaşı olmadan, elinde kalemin önünde kağıtların yazmak benim kastettiğim. Bazen o kadar çok zorunluluktan yazman gerekiyor ki zihnin uyuşuyor adeta, düşünme yetin yok olup gidiyor. Saatlerini geçtim günlerini tek kelime yazmadan ekrana bakarak geçiriyorsun. Aynen benim şu üç günde yaptığım gibi. O  kadar çok yazdırdılar ki ben yazamaz oldum. Yazmaktan bunalıp çareyi bunu yazmakta buldum.Belki yeniden otomatik yazabilme moduma geçmişimdir.Hadi ben gittim makaleler bekler...

25 Aralık 2012 Salı

aman diyim..

Bu ülkenin en iyi okullarından biri olan ve kuruluşundaki Amerikan desteğine taban tabana zıt, seslerini duyurmakta asla vazgeçmeyen ODTÜ'nün öğrencileri ülkenin başbakanını protesto ettiği için karşısına 3 bin polis dikiliyor, biber gazına maruz kalıyor, şiddet görüyor, hastanelik oluyor, evlerine baskınlar düzenleniyor, gözaltına alınıyor.Buda yetmezmiş gibi ülkenin en iyi beş üniversitesi öğrencilerin yanında olması gerekirken ODTÜ'yü kınayan kraldan çok kralcı olan açıklamalar yapıyor ve bunu yaparken de okulun öğrencilerinin düşünceleri zerre kadar önem görmüyor.Bizim derdimiz ise projeler, sunumlar, finaller olmuş durumda. Bir başkası işine gücüne gömülmüş, diğeri karnını doyurmak derdinde..Herkesin sesi bir şekilde kesilmiş, herkes gelecek kaygısına düşmüş yani.

Neyse bunların bir önemi yok tabi "Şanlıurfa'da esrarengiz bir şekilde evleri yanan aileyi" gördünüz mü? Aman diyim eylemdi, protestoydu gündemi değiştirmeye kalkmayın sizinde içinize cin kaçar mazallah..

23 Aralık 2012 Pazar

mırıl, mırıl, mırıl..

Radyodan tanıdık bir ezgi yükselir, ardından da o ezgiye tanıdık bir ses eşlik eder, e tabi sizde o sese. Sözleri mırıldanırken birden bu şarkının adı neydi dersiniz, bi dakika bi dakika kimindi bu şarkı? 
Telefonum nerde? Shazaaaaam!!! Ne shazamı ücretsiz uygulamaya para mı vericem diyip silmiştiniz 2 gün önce.(O an bir kez daha söylenirsiniz uygulamaya.)
Neyse sözleri biliyorum nasıl olsa internetten bulurum dersiniz ama yok yok yok.. Hiç bir sitede yok mu bu şarkının sözleri. Aklınızdan çıkmaz ezgi bir sağa bir sola dönersiniz yatakta ve tam uykuya daldığınız anda ta taaaa...Şarkı işte o an hatırlanmıştır ve tekrar mırıldanmaya başlanmıştır.

Blundetto ft Hindi Zahra - Voices

Not:Şarkı bir İmik Si Mik ya da Beautiful Tango olmaması kaynaklı adı bir türlü aklınıza gelmemiştir

9 Eylül 2012 Pazar

gezdim, çektim, yazdım "Bratislava"

    Sizin yolunuz iki üç saatte dolaşabileceğiniz bir başkentten geçti mi hiç?  Slovakya'nın başkenti ve en büyük şehri olan Bratislava'dan bahsediyorum. Öyle bir havası vardı ki gittiğim yerin "geçiyordum uğradım" diyesi geliyor insanın.


Kent merkezinde sizi ufo kulesi karşılıyor.

Budapeşte'yi arkamızda bıraktıktan bir iki saat sonra Tuna kıyısına kurulmuş bir başka kentte, Bratislava'da bulduk kendimizi. Macaristan ve Avusturya'ya sınırı olan kent bu özelliğiyle bana İsviçre'nin Fransa ve Almanya'ya komşu olan Basel kentini hatırlattı.


Otobüsten indiğimizde karşılaştığımız kalabalıksa beni şaşkına çevirdi. Slovaklar elerindeki en ufak şeyi bile değerlendirmeyi başarmış ve kenti turistlerin uğrak noktası haline getirmişler. O daracık, labirentleri andıran Bratislava sokaklarında turist kafileleri arasında adeta kaybolup çevresindeki gerçek güzellikleri kaçırdığı hissine kapılıyor insan.






    Otobüsümüzden indiğimiz anda şehrin kalesi görünüyor uzaktan sonra da adeta bir çember çizerek kentin önemli bütün noktalarını geziyoruz. Bizi öncelikli olarak şehrin kilisesi ve maket bir sinagog karşılıyor. Gerçektende karşınızda dev gibi bir maket sinagog yükseliyor. Trafiği rahatlatmak için sinagog yıkılmış, yerine bir yol yapılmış ama yahudi vatandaşlara ve binanın kendisine olan saygılarından dolayı bu maketi buraya dikmiş Slovaklar. Bu manzarayla karşılaşıldığında da Türkiye'de hatır gönül meseleri, dıdısının dıdısının arazileri için planları değiştirilen yollar bir gecede kondurulan gecekondular, koca koca kaçak gökdelenler geliyor ne yazık ki insanın aklına.




Bu iki binanın yanından ayrılıp tura devam ettiğimizde kendisi küçücük ama anlamı büyük bir çeşmeyle karşılaşıyoruz. Çeşmeyi görünce insan bu biraz zorlama olmuş sanki diye düşünüyor. Çeşmenin en alt katı kediler ve köpekler, ikinci katı insanlar,  üçüncü katı atlar, dördüncü yani en üst katı ise kuşlar su içebilsin diye tasarlanmış.




Schone Naci 
             











Hani demiştim ya Slovaklar ellerindeki her şeyi bir şekilde değerlendirmeyi bilmiş diye işte kentin en çok turist çeken iki heykeli bunun en güzel örneği.
                                                                                              
Kentin ara sokaklarında gezerken Schone Naci 
sizi sıcak gülümsemesi ve şık giyimiyle karşılıyor. Schone Naci  1897 - 1967 yılları arasında Bratislava'da yaşayan maddi durumu pek iyi olmasa bile kentin sokaklarından her zaman şık bir şekilde gezen ve insanlara gülümseyip şapka çıkaran bir karaktermiş.


čumil heykeli



Schone Naci'nin biraz ilerisinde ise sizi espirili bir heykel bekliyor. Başında bulunan "man at work" tabelası zaten čumil heykeli ilgili her şeyi açıklıyor. Heykel yoldan geçen kadınları çaktırmadan süzen ama aynı zamanda da çalışmaya devam eden bir kanalizasyon işçisini tasvir ediyor. Heykelin başına dokunduğunuzda uğur getireceğin yönündeki söylenti her saniye heykelin başının dolu olmasını sağlıyor. Bu öyle bir yoğunluk ki  tek bir fotoğraf çekebilmek için heykelin başına tam dört kere gelip gitmem gerekti.



Çalışan Adam'ın yanında ise bir sanatçı bulunuyor.Ziyaretçilerin çoğu heykelden önce bu sanatçının yanına gidiyor ve şapkasına dokunmaya çalışıyor. Sanatçının haraket etmesi sonucu yaşadıkları korku ise insanı gülümsetiyor.






  Yaptığınız kısa gezinti sonucu Mozart gibi ünlü sanatçıların yaşadığı evleri, üzerinde dört farklı dilde tabelalar bulunan eski eczaneyi, en ünlü meydanı olan Hlavne Namesti'yi, ulusal tiyatro binası ve bir çok heykeli görüp şehrin kalesine de bir göz attıktan sonra  Hlavne Namesti Meydanında ya da Schone Naci  ve čumil heykellerinin bulunduğu ara sokaklardaki küçük cafelerde Slovakların yerel yemeklerinden olan soğan çorbası ve halusky'i deneyip, yemeğinize de soğuk bir biranın eşlik etmesini tavsiye ederim. 




1 Eylül 2012 Cumartesi

gezdim, çektim, yazdım "Budapeşte"

   Sabahın ilk ışıklarında Balıkesir'den Macaristan'ın başkenti Budapeşte'ye yolculuğum başladı.İstanbul Atatürk Havalimanı'nda kendimden sadece iki üç yaş büyük rehberimiz Emrah Meto ile tanıştığımda gezinin ilk şaşkınlığını yaşadım.Rehberimiz gezi süresince bilgi birikimiyle de  beni -  bizi pek çok kez şaşırtmayı başardı. Kara, deniz ve havayollarını peşi sıra kullanarak, bir hayli de yorularak güneşe ufaktan veda ettiğimiz saatlerde Budapeşte'ye ulaştım.Ulaştım diyorum ama aslında ailem ve iki yüz kişilik bir kafileyle, yani bir uçak dolusu tatilciyle geçti yolculuğum.





   Türkiye’de lüks ve konforlu otellere nasıl alıştığımızı Avrupa Otellerinde kolaylıkla anlayabiliyoruz ve Budapeşte’de kaldığımız dört yıldızlı otel bunun en basit örneklerinden. Odaları gördüğümüzde kedimizi çoktan karşılaşacağımız duruma alıştırdığımız  için  bir yıkım yaşamadık ama eminim ki bizimle birlikte tura katılan hiç kimse Türkiye’de benzer bir otelde konaklamak istemezdi.



  

  

   Yolda geçirilen onlarca saate aldırmaksızın otele eşyalarımızı bırakıp Avrupa'nın en güzel ışıklandırmasına sahip şehirlerinden biri olan Budapeşte'de tekne turuna koyulduk.Budapeşteyi ziyaret edecek olan herkesin mutlaka yapması gereken şeylerin başında geliyor bu tur çünkü Budapeşte bu haliylede gerçekten görülmeye değer.


 Kente geldiğinizde görmeniz 
gereken yapıların büyük bir çoğunluğu Tuna çevresinde yer alıyor.Yaptığınız bu turda kulaklıklarınızı takıp kentin tarihi, önemli yapıları ve günümüz Budapeştesi ile ilgili bir çok bilgiyi ediniyorsunuz. Ayrıca tur sırasında teknede bulunan ekranlar sayesinde binaların iç yapıları ve kentin iç kısımlarında kalan önemli yapılar hakkında verilen bilgiler şehri rehber eşliğinde değilde elinde haritası ile gezmeyi sevenler için iyi bir birikim sağlıyor.


    Budapeşte’de ikinci güne belki de çoğunuza çok erken gelecek bir saat olan yedide gözlerimi açtım. Önümde sadece bir gün ve gezmem gereken bir başkent varken uykuya zaman ayrmak yazık olurdu.Otelde yapılan kahvaltının ardından rehberimiz eşliğinde panaromik Budapeşte turu başladı.



   Avrupa kentlerinin hemen hepsinde olduğu gibi görülmesi gereken ilk nokta kentin kalesi oluyor. Kaleyi gördüğünüz andan itibaren günümüzle bütün bağlantılarınız kesiliyor.Önünde bulunduğunuz yapı masalları gerçeğe dönüştüren nitelikte.







Mathias Kilisesi




 Merdivenleri tırmanıp kalenin içine girdiğinizde sizi Mathias Kilisesi  karşılıyor. Kilisenin çatısının resmin bütününden çok ayrıntılarıyla ilgilenen ziyaretçilerinin hoşuna gideceğine inanıyorum.








Gellert Tepesi


   İkinci durağımız olan Gellert Tepesi, Berlin’den sonra Avrupa’nın ikinci en büyük kenti olan Budapeşte’yi bir bütün olarak gözlerinizin önüne seriyor. Tuna Nehri’nin batı kıyısında yer alan Budin ve doğu kıyısında yer alan Peşte bölümlerinin birleşmesi sonucunda kent bugunki ismini almış. Şehrin Buda kısmı tepelik alanlardan oluşuyor ve şehrin tarihi yapılarını barındırıyor, Peşte kısmı ise bir ova üzerine kurulu ve daha çok günlük hayata yönelik yapıları barındırıyor. Şehrin bu farklı iki kısmı birbirlerine yedi ayrı köprü ile bağlanıyor. Köprülerin iki tanesi trafiğe kapalı tutuluyor.Budapeşte'nin en önemli köprüsü Chain Bridge (Zincir Köprü) ise cumartesi akşamları araç trafiğine kapatılıyor.    
         
Kemál Atatürk Sétaút
Gellert Tepesi’nden aşağıya inen zigzaglı yolun tek tarafında bulunan ışıklar şehre doğalgaz bağlandığından beri  hiç söndürülmemiş. Tepeden aşağıya doğru inen yolda Türk misafirleri hoş bir süpriz bekliyor, tepede bulunan yürüyüş yollarından birine Mustafa Kemal Atatürk’ün adı verilmiş.


   Sıcak kanlı ve sevecen Macar Halkı belki de bir zamanlar topraklarında hüküm süren Osmanlı İmparatorluğu dolayısıyla Türklere çok yakınlar. Enteresan olan ise Osmanlı Devletinin kenti 150 yıl hakimiyeti altında bulundurmasına rağmen Gülbaba Türbesi ve bir kaç hamam dışında Budapeşte’de hiç bir eser bırakmaması.Gülbaba Türbesi ise çevresinde oturanların şikayetleri sonucu kapılarını tur otobüslerine kapatmış bulunuyor.



Kahramanlar Meydanı



                 

   Tur sırasında Macaristan ile ilgili öğrendiğimiz ilginç bilgileri başında engebeli bir arazi yapısına sahip olmayan ülkede en ufak yüksekliklere bile tepe denmesi ve bundan dolayı hemen hemen her yüksekliğe bir isim verilmesi oluyor.Türkiye’de bile tepe olarak adlandırılabilecek Gellerden sonra merkeze iniyoruz ve Elizabeth Meydanı'ndan (Erzsébet Tér) başlayarak kentin en ünlü caddesi olan Andrássy Caddesin’den Opera Binası, Tiyatro Binası ve konsoloslukları görerek Kahramanlar Meydanı’na  (Hösök Tere) ulaşıyoruz.Meydanda Cebrail heykeli ve on iki Macar hükümdar heykeli ziyaretcilerini karşılıyor. Bu heykeller Macarların Kral İstvan zamanında Hristiyanlığa geçişini anlatıyor.


Kahramanlar Meydanı













Şehirde bisiklet kiralayabileceğiniz bir çok
nokta bulunuyor ama  Kahramanlar Meydanı'nın 
arka kısmında bununan parkta bu güzel nostajik
bisikletleride bulabilirsiniz.


Terror Haza



Rehberimiz tarafından heykellerin tasvir ettikleri olaylar teker teker anlatılıyor ve haritamızı alıp kentin ara sokaklarını gezme zamanı başlıyor. Hiç bilmediğin bir kenti gezmenin en güzel yoluda bu bence. 

     Ekibimizden ayrılınca öncelikli olarak meydanın arka tarafında kalan kısma doğru ilerliyoruz. Burada bizi büyük bir park karşılıyor. Parkın içinde şehrin hayvanat bahçesi ve Tarım binası yer alıyor. Hayvanat Bahçesinde vakit geçirmek istemeyen kişiler bence hemen Andrássy Caddesine yönelmeli çünkü bu caddede yürümek ya da bisiklete binmek gerçekten çok keyifli.













Caddede yürürken karşınıza Teror Evi (Terror Haza) çıkıyor. Bina eskiden karakol olarak kullanılmaktaymış. Daha sonraki yıllarda Macar halkının İkinci Dünya Savaşı ve sonrasında Hitler ve Stalin zamanlarında yaşadıkları zulmü anlatmak için müze haline getirilmiş. Eğer sinir sisteminizin katlanabileceğine inanıyorsanız müzenin bodrum katında bulunan işkence odalarını da ziyaret edebilirsiniz. 



Callas Cafe

Müzeden sonra yolunuza devam ettiğinizde Opera ve Tiyatro binaları caddenin iki yanını süslüyorlar. Opera binasının hemen yanında bulunan Callas Cafe gezinize küçük bir ara vermek ve kahvenizi yudumlamak için tek kelimeyle mükemmel bir yer. Fiyatlarıysa sizi gerçekten şaşkına çevirecek nitelikte. Menüye bakarken acaba bir sıfırı unuttular mı ya da menuyü Forint değilde Euro ile mi düzenlemişler diye düşünmekten kendinizi alamıyorsunuz.

St. Stephan Bazilikası

Cadde boyunca ilerlerken karşınıza Budapeşte'ye geldiğinizde mutlaka ziyaret etmeniz gereken başka bir yapı St. Stephan Bazilikası çıkıyor. Bazilika Macaristanin en yüksek üçüncü yapısı.Bir on, on beş dakikanızı ayırıp yapının içini gezersenizde bundan pişman olmazsınız.                 

St. Stephan Bazilikası


Bazilikanın çevresindeki ara sokaklarda birbirinden hoş cafeler,  restoranlar ve hediyelik eşya dükkanları bulunuyor.







Goulash



Bu cafe ya da restoranlar birisine oturup Macarların yerel yemeği olan Gulaş çorbasını mutlaka denemelisiniz. 










Bazalikanın giriş kapısının sol çaprazında göreceğiniz  upuzun kuyruğun ucunda sizi böyle bir dondurma bekliyor olacak. Sakın sıra gözünüzü korkutmasın çünkü  küçücük dükkanın  içi görülmeye dondurması da tatmaya değer.

      Bu noktada sizinle küçük bir ayrıntıyı daha paylaşayım,  Budapeşte'de  harcamalarınızı  Euro ile yapabilirsiniz ama küçük dükkanlardan da alışveriş yapmak istiyorsanız  yanınızda bir miktar Forint (HUF) bulundurmanızda fayda var. Ayrıca girdiğiniz dükkanlarda satıcılardan duyacağınız Türk usulu pazarlık yok cümlesi ise sizi hiç şaşırtmasın çünkü bölgede bulunan hemen her satıcıdan bir benzerini duyabilirsiniz.Sanırım kente ne kadar çok Türk turist geldiğini anlamanın kolay bir yolu.




                
  Basilika'ya beş dakikalık bir mesafede bulunan Váci utca (Váci Caddesi)'da alışveriş yapabileceğiniz daha bir çok mağaza bulunuyor ama benim gibi gittiği yerlerden kılık kıyafet değilde anı niteliği taşıyan küçük şeyler almaktan hoşlanıyorsanız mağazalar yerine tezgahlara yönelmenizi tavsiye ederim. Buz tezgahlarda birçok magnet, kupa ve anahtarlık çeşidiyle karşılaşacaksınız. Ayrıca meraklısıysanız Hard Rock Cafe'de Váci Caddesinde bulunuyor.

Váci Caddesi - Hard Rock Cafe

     





    













    Şehirde yaptığınız geziden sonra bence en doğrusu otelinize dönüp bir iki saat dinlendikten sonra Tuna boyunca sıralanan cafe-restoranlardan birinde yemek yemek olucaktır. Her köprünün bacağında ayrı ayrı meydanlar bulunsa da akşamları en hareketli olan meydan Váci Caddesi çevresinde. Yemeğe çıktığınızda Macarların yerel içkileri Palinka'nın tadına bakmayı ihmal etmeyin. Sertliğinde dolayı bir iki shottan fazlasının hoşunuza gideceği sanmıyorum ama şarapları Tokaj yemeğin yanında keyifle içilebilir. Beyaz şarap sevmeyenlerin hatta şarap sevmeyenlerin bile hoşalacağını düşündüğüm içki Tuna kıyısında bu güzel günün yorgunluğunuzu atarken size eşlik edebilecek güzellikte...



13 Ağustos 2012 Pazartesi

an

Bazı anlar çok yorgun hisseder insan kendini. Yaşadığı hayatın koşturmacası o tatlı yorgunluğunu geride bırakmıştır çoktan.Tek yapmak istediğin sessiz sakin bir yerde kahveni yudumlarken okuduğun kitabına eşlik eden müziğin huzurunu duymaktır.Tam hayalin olan anı yakaladığın anda elin kitabına uzanmaz, dudaklarında kahveni yudumlamaz.Gardın düşmüştür ve geriye sadece müzik kalmıştır o an. Gözlerin kitabında, kahvenin kokusu burnunda ve kulaklarında ruhunu dinlendiren notalar.. Hafiften de bir rüzgar estimi ne dünün nede yarının yorgunluğu uğramaz ruhuna.

1 Aralık 2011 Perşembe

tik tak..

Biz çocukken diye anlatırlar ya büyüklerimiz…

              Ağaca tırmanırdık biz çocukken, komşularımız vardı bizim, komşu çocukları arkadaşımızdı, bütün gün sokakta oyun oynardık, oyuna kaptırırdık kendimizi yemek yemeği bile unuturduk,  o an sokaktaki bütün çocuklara 
komşu teyzelerimizden biri yetişirdi. Oyunun sonu gelmezdi, bizde güç bela sokaktan koparılıp evimize götürülürdük. Okulumuzu aksatmazdık ama yaramazlık yapmayı da unutmazdık. Ödevimizi bitirip koşardık yine o sokaklara.

Şimdi bakın birde sokaklara, Bir yerden başka bir yere yetişmeye çalışan insanlardan başka kimi görebiliyorsunuz? Sinirli şoförler ve onlardan da sinirli koşuşturup duran yayalar, ifadesizce boşluğa bakan toplu taşıma aracı kullanıcıları..Küçük bir tebessümle karşılaşmak ne kadar mümkün artık o çocukların sokaklarında? Ne oldu, nasıl oldu da yabancılaştı insan ve sokak bu kadar?

Yıllar geçti sokaklar yerini anaokullarına, kreşlere bırakır oldu.Süslendi püslendi çocuk okuluna gitti. Kapıda çıkardı sokak ayakkabısını bir kere bile dışarıda giyilmemiş ayakkabılarını geçirdi ayağına. Anne, babalar yirmi dört saatin her şeye yettiği günleri geride bıraktı. Çocuklarda büyüdü bu arada anaokulundan ilkokula oradan ortaokul, lise derken sınav koşuşturması yetişti hemen. İyi bir üniversiteye gidebilme çabası içinde okul, dershane ve özel dersler arasında koşturur oldu çocuk. Sokaklar onun için sadece bu üçgende bir köşeye ulaşabilmek işlevini gördü.

Sokaklar çocuksuz kaldı, çocuklar da sokaksız. Oyunlara sığdırdılar sokaklarını, oyunlarını da bilgisayar ekranlarının içine. Çocuklar büyüdü ve alışkanlıkları değişti.Test çözme tekniği konuşma tekniği haline geldi. Evet, hayır, olabilir cevaplarından ibaret oldu diyaloglarda.

            İşte şimdilerde büyüdü bu dünyanın ilk çocukları. Sabah erkenden kalkıp işine gidip, yine oturdular o bilgisayarların başına, o andan itibaren yetiştirilmesi gereken işlerden çok işten çıkış saatini düşünmeye başladılar. Zaman geçti tik tak tik tak… Eve dönerken günün yorgunluğuna birde trafik eklendi. Çevrenin güzelliği, sokaklara bakabilme yeteneği sabah erkenden işe gitme düşüncesinin gölgesinde kaldı.

Ve iple çekilen gün cuma geldi en sonunda. Bütün hafta çalışmanın acısını çıkarmak gerekir, planlar arka arkaya eklenir ve kocaman gülümsemelerde fotoğraflar çekilir. Gülümsemelerin ne kadar gerçek olduğunu bile düşünmez insan. Nasıl olsa hafta sonu gelmiştir işe gitmek gerektiği gibi eğlenmekte gerekmektedir.

            Ve zaman geçer tik tak tik tak… Çocuklar anaokullarına gider, sınavlara hazırlanır, koşturur koşturur koşturur… Sürekli olarak bir yerlere yetişme çabası. Her şeye yetebilme ama asla bir şeye gerçekten sahip olamama durumu..

            Peki sizce yaşadığınız hayat bundan çok mu farklı ya da yapabileceğimiz sadece bu kadar mı?Sabah gördüğün komşuna bir günaydın demek, şoföre teşekkür etmek  bu kadar zor mu? Sanırım günümüz insanına zamanın akıp gittiğini ve şuanın güzelliğini görmeyi de öğretmek gerek. En önemlisi de gülümseyebilmeyi…

13 Kasım 2011 Pazar

wak the rock!

    Küçücük bir kız çocuğu düşünün. Her kız çocuğu gibi babasına aşık, annesine hayran.Yapabileceği bütün şımarıklıklar eşliğinde  5 saatlik bir yolculuk boyunca anne ve babasına aynı şarkıyı dinleten bir çocuk.Her insanın hayatında önemli yeri olan bir şarkı vardır ya benim şarkım o yıllarda belli oldu ve asla yerini bir başkasına bırakmadı.

    1989 yılında MFÖ’nün çıkardığı Best Of MFÖ albümündeydi bu şarkı, kısaca doğar doğmaz benim şarkım olmuştu. O yaşımda bile albümün tamamını çok sevmeme rağmen bu şarkının çok özel bir yeri olmuştu benim için.Üç, dört yaşlarında evde, arabada bulduğu her fırsatta dinletmişti kendini ve dans ettirmişti. En sonunda aile içinde bazı anlaşmalar yapılmasını bile sağlamış.Beş saatlik yolculuğun sadece son kırk dakikasında dinlenmiş ama son kırk dakikada sadece "wak the rock" denmiş.

    Biliyorum çoğunuzun hayatında duymadığı ya da sadece reklamlardan aşına olduğu bir şarkı bu. Belki de hayatımda duyduğum en anlamsız şarkı bile diyebilirsiniz ama o küçük kız çocuğu 20 yaşına geldiğinde bile yanına kardeşini de alarak anne ve babasının kahkahaları eşliğinde  bu şarkıyı dinlemekten, arabanın arka koltuğunda ya da evin içinde dans etmekten bıkmadı. En yorgun anlarında bile bu şarkıdan enerji aldı.Her dinleyiş bir diğerini getirdi ve her seferinde kocaman bir gülümseme yarattı onda.

   Şimdi bir kerede siz dinleyin şarkıyı sizinde yüzünüzde küçücük de olsa bir gülümseme oluşacağını göreceksiniz.  

MFÖ - Vak the rock


ve sonunda "merhaba!"

    Blog yazarı olmak yıllardan beri aklımda olan ama nedense her zaman ertelediğim bir şeydir benim için. Yazacaklarım günlük yorumlardan mı ibaret olacak yoksa bir konuya mı yoğunlaşacağım bir türlü karar verememiştim. Bugün vize döneminin tam ortasında boş bir duvara saatlerce bakmanın bile ders çalışmaktan çok daha ilginç geldiği bir anda, olayı akışına bırak, içinden ne gelirse yaz dedim ve sonunda blogumu aktif hala getirdim. 

    Yazmak istediğim o kadar çok konu, paylaşmak istediğim o kadar çok anı var ki nereden başlayacağımı hala bilmiyorum. Zamanla gezdiğim yerlerle ilgili yorumlarla, çektiğim fotoğraflarla, okuduğum kitap ve dergilerle, dinlediğim şarkılarla yavaş yavaş dolduracağım burayı. 

    Şimdilik sadece bir " merhaba!" demek istedim.